Ortaçağ İslam tarihçilerine göre Hazreti Nuh’un üç oğlundan biri olan Yafes’in soyundan türeyen Çingenelerin anavatanlarının günümüzdeki Hindistan olduğu düşünülmektedir.
Çingene toplumu üzerinde yapılan genetik araştırmalar, bu görüşü desteklemektedir.
Genetik testler, dünyaya dağılan Çingene kökenlilerin bulundukları bölgelerden etkilennmiş olmakla birlikte çoğunlukla Hindistan, Pakistan, Türkiye ve Kuzey Batı Afrikanın coğrafi köken konusunda öne çıktığını göstermektedir.
Çingenelerin anavatanları Hindistan’dan ne zaman ve hangi sebeplerle ayrıldığı konusunda birçok farklı görüş bulunmaktadır.
Onuncu yüzyılda yaşamış İranlı şair Firdevsi, bu ülkede yaşayan Luri halkının milattan sonra 420’de Hindistan ve Karaçi civarından göç ettiklerini yazar.
Bu göçe katılan yaklaşık on iki bin kişinin Çingenelerin ataları olduğunu eder.
Ancak İran’daki Luristan bölgesinde yaşayan yerel halkın Farsça ve Kürtçe ile akraba bir yerel dil konuşmalarına bakılarak Çingene toplumunun Hindistan’dan sonraki ikinci adresinin burası olduğunu söylemek oldukça güçtür.
Firdevsi’nin söylediklerini kanıtlayacak bir belge olmamakla birlikte Luri halkının Hindistan’dan İran’a göç ettiği süreçte bazı Çingene topluluklarının da hareket ederek Ön Asya’ya dağılmış olmaları mümkün görünüyor.
Çingenelerin Türk İslam kültürüyle karşılaşmalarının Gazneli Mahmud’un Hindistan seferi sonrası gerçekleştiği söylenebilir.
Hindistan’a ilk seferinin 1001 yılında yapan Gazneli Mahmud, 1027 yılına kadar on yedi defa bu ülkedeki Racalar ile savaştı.
Pakistan ve Kuzey Hindistan’da İslam dininin yayılmasını sağlayan Gazneli Mahmud, bu ülkede en düşük kastlardaki toplumlar tarafından kurtarıcı gözüyle kabul edildi.
Bu topluluklardan bazıları İslam dinine geçti ve Hint baskısından kurtulmak için göç etti.
Çingene topluluklarının bir kısmının bu dönemde Müslüman olduğu düşünülüyor. Ayrıca Müslüman olmayan Çingene topluluklarının da Hindistan’daki baskılardan kaçarak Gaznelilerin hakim olduğu bölgelere göç ettikleri değerlendiriliyor.
Ancak tüm Çingene topluluklarının aynı anda ve aynı olaya bağlı olarak anavatanlarından kopmadıkları anlaşılmaktadır.
Çeşitli zamanlarda ve farklı gelişmelere bağlı olarak Hindistan’dan ayrılan Çingene topluluklarının gezgin hayat tarzını benimsemek zorunda kaldıkları düşünülüyor.
Çingene toplumu içinde bir bölümünün Hazar denizinin kuzeyi ve Kafkasya üzerinden Doğu Avrupa’ya yayıldıklarını görüyoruz. Günümüzde Romanya, Macaristan, Polonya, Almanya ve Rusya’da dağınık topluluklar halinda yaşayan Çingenelerin bu yolla geldikleri kanaati vardır.
Oldukça kalabalık bir başka Çingene topluluğunun ise İran ve Suriye üzerinden Mısır’a geldikleri, burada uzunca bir süre kaldıktan sonra küçük gruplar halinde Akdeniz üzerinden İtalya, İspanya, Fransa gibi Avrupa ülkelerine yerleştikleri görülüyor.
Avrupalıların Mısırlıları tanımlamak için kullandığı Kıpti kelimesinin İngilizcede Çingeneler için kullanılan Cipsi sözcüğünün kaynağı olduğu açıktır.
Çingenelerin dünyaya yayılmaları esnasında üçüncü bir yol ise Anadolu üzerinden Balkanlara giden Çingene topluluklarıdır.
Bunlardan bir kısmı kendi hallerinde Bizans topraklarına göç etmişlerse de önemli bir bölümü Oğuz Türkleri ile kader birliği yapan Çingenelerdir.
Bizanslıların 1051’de İstanbul ve 1068’de ilk defa Çingenelerin nüfus kayıtlarına işlendikleri tespit edilmiştir.
Sultan Alpaslan’ın Malazgirt zaferi sonrasında Anadolu’ya yerleşen Oğuz boylarının peşi sıra birçok Çingene obasının da onlara eşlik ettiği görülür.
Sonraki yüzyıllarda Cengiz Han’ın önünden Anadolu’ya kaçan ikinci dalga Türkmen topluluklarıyla birlikte çok sayıda Çingene obasının geldiği anlaşılıyor.
Osmanlılar, Çingeneleri kendi hayat tarzları içinde kabul etmiş ve onları topraklarından zorla sürgün etmeyi düşünmemiştir. Öte yandan, Müslüman ve Hıristiyan Çingenelerin birbirine karışmamalarına özen göstermiştir. Her Çingene topluluğunun hangi bölgelerde göçebelik yapabileceğine dair kurallar koymuştur.
Çingene obalarına Katuna adını veren Osmanlılar, onların aralarından seçtikleri şeflerle muhatap olmuşlar ve Çingenelerin bireysel olarak obalarını terk etmelerine izin vermemişlerdir.
Sultan Süleyman döneminde Çingeneler için ayrı bir sancak oluşturulmuştur. Ancak bu uygulama zamanla kaldırılmıştır.
Osmanlının izlediği Çingene siyasetinin, onları mümkün olduğu kadar İslam inancı içinde tutma, kuralsız yayılmalarını durdurma, hayat tarzlarına uygun işlerde hizmetlerinden yararlanma ve mümkün olduğu kadar yerleşik düzene geçmelerini sağlama biçimindedir.
Osmanlının dağılması sürecinde Müslüman Çingenelerin bir kısmı Anadolu’ya geri dönmüştür. Günümüzde Bulgaristan başta olmak üzere Balkan ülkelerinde Müslüman Çingeneler yaşamaktadır. Ancak Balkanlarda kalan Çingenelerinin birçoğu, Hıristiyandır. Makedonya, Yunanistan, Romanya, Sırbistan, Bosna Hersek, Arnavutluk, Kosova ve Bulgaristan’da irili ufaklı Çingene toplulukları varlığını sürdürmektedir.
Amerika, Kanada, Avustralya, İngiltere gibi ülkelerde de küçük Çingene toplulukları vardır.
Türkiye’de Çingenelerin en yoğun yaşadığı iller, İstanbul, İzmir, Edirne, Çanakkale, Samsun, Bursa, Adana, Düzce, Kırklareli ve Tekirdağ olarak sıralanabilir.
Türkiye Çingenelerinin büyük ekseriyeti anadil olarak Türkçe konuşmaktadır ve Çingene dili büyük ölçüde yeni nesiller tarafından bilinmemektedir.
Çingeneler’in İstanbul’un fethinden sonra şehre gelerek önce Galata surları dışında Kasımpaşa’da Çürüklük denilen yere iskân edildikleri, daha sonra Ayvansaray, Sulukule, Sultan mahallesi ve Üsküdar’da Selâmsız mahallesine toplu halde yerleştikleri anlaşılmaktadır.
1477’de yapılan nüfus sayımına göre İstanbul’da otuz bir hâne Çingene ikamet etmekteydi. Bu rakama muhtemelen gezici olanlar dâhil değildi.
Evliya Çelebi, Çingeneler’in İstanbul’a Fâtih Sultan Mehmed döneminde Gümülcine ve Menteşe sancaklarından getirildiğini kaydeder.
Daha sonra Yenibahçe, Sulukule, Ayvansaray, Üsküdar, Kasımpaşa semtlerine yerleştirildikleri anlaşılmaktadır.
İstanbul’un en ünlü Çingene yerleşim birimlerinden sayılan Hacı Hüsrev, Çingeneler’in yerleşik düzene geçtikleri ilk mahalle olarak bilinmektedir.
Çingenece kuzeybatı Hint - Aryan dillerinin bir kolu olan Sâmî dil grubuna mensuptur. Belli başlı Çingene lehçeleri olarak Ermenistan, Suriye ve Avrupa lehçeleri anılır.
Çingeneler, farklı ve biraz da gizemli bulunan yaşam tarzları nedeniyle tarih boyunca sürekli ırkçılıkla mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Defalarca zorunlu sürgün, asimilasyon ve hatta soykırıma uğrayan Çingeneler, Nazi Almanyası tarafından ağır biçimde katledilmişlerdir.
Yahudi soykırımının yaşandığı dönemde Polonya, Macaristan, Çekya gibi ülkelerdeki toplama kamplarında öldürülen Çingene sayısı yüzbinlerle ifade edilmektedir.
Çingene kelimesinin öz Türkçe fakir, miskin gibi anlamlara gelen Çigan sözcüğünden geldiği, zamanla Farsçaya Çingane biçiminde geçtiği düşünülmektedir.
İlk olarak bir Yunanca kayıtta 1378’de benzer bir söyleniş olarak geçtikten sonra birçok Avrupa diline de Çigan, Ciguli, Zigan, çingen gibi benzer sözcükler biçiminde yerini almıştır.
İngilizce söylenişi olan Cipsi ifadesi ise biraz önce söylediğimiz gibi Mısır kökenli olduklarını zannedilmelerinden kaynaklanan bir yanlış algıdan ibarettir.
Çingene sözcüğünün birçok ülkede ayrımcılık ifade eden aşağılama ifadesi haline geldiği ne yazık ki acı bir gerçektir.
Bu nedenle Çingenelerin kendi dillerinde adam, olgun insan anlamına gelen Rom sözcüğünden hareketle Roman kelimesini tercih ettiği görülür.
Çingeneler veya kendi isimlendirmeleriyle Romanlar, özellikle müzik, dans ve sahne sanatlarına olan yatkınlıklarıyla bilinir.
İspanya’nın birçok tanınmış gitar virtiözü ve flemenko dansçısı Çingene kökenlidir.
Balkan ve Doğu Avrupa ülkelerinde birçok tanınmış müzisyen de Çingenedir.
Türkiye’de de çingene kökenli birçok sinema sanatçısı ve müzisyen yetişmiştir.
Çingenelerin kendilerine özgü müzik ve dans kültürleri Roman havası, Roman oyunu gibi isimlerle bir ekol olarak Türk kültürü içinde yaşamaya devam etmektedir.
Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesindeki Müslüman Çingeneler, Türk kimliğine büyük ölçüde entegre olmuştur.