Sarıkamış’ın Sessiz Çığlığı
Kış soğuğu, rüzgârla birleşip insanın iliğine işlerken Anadolu’nun evlatları yola koyuldu. Tarih 22 Aralık 1914’tü. Enver Paşa’nın emriyle, Osmanlı’nın son umudu olarak Sarıkamış’a doğru ilerleyen bu genç neferler, vatan için canlarını ortaya koymuştu. Kimi daha yeni nişanlanmış, kimi anasının dualarını arkasına alarak evinden ayrılmıştı. Fakat çoğunun yüzünde korkudan ziyade umut vardı; çünkü inançları onları ısıtıyordu, ya da öyle sanıyorlardı.

Ne var ki, umut bir noktaya kadar insana güç verirdi. Sarıkamış’ın sert kış şartları, karla örtülü vadileri ve dondurucu rüzgârları, bu umut ateşini bir bir söndürmeye başladı. Giydikleri ince ceketler, ayaklarındaki eski postallar ve ağızlarından çıkan buhar, onların çaresizliğini haykırıyordu. Her nefes, ciğerlerine buz gibi saplanıyor; her adımda kar dizlerine kadar yükseliyordu. Gece çöktüğünde ise gökyüzünde milyonlarca yıldız, sessiz bir ağıt gibi parlıyordu.

Bir köy evinde, yaşlı bir kadın ocakta tencereyi karıştırıyordu. Gözleri yola dikilmişti. Oğlu Mehmet’i aylar önce askere uğurlamıştı. “Kara kış bastırmadan dönersin” demişti ona, ama bu kadar sessizlik hayra alamet değildi. Mehmet, annesinin ördüğü yün çorapları giymişti giderken. Kadıncağız o çorapların onu sıcak tutacağını düşünmüştü. Ama Sarıkamış’ın soğuğu sadece bedeni değil, ruhu bile donduruyordu. Mehmet, orada annesinin dualarıyla ısınmaya çalışırken, belki de son nefesini veriyordu.

Bir başka köşede, genç bir subay emir erini çağırdı. “Ahmet, kardeşim, daha ne kadar dayanabiliriz? Askerler aç, yorgun ve donmak üzereler.” Ahmet, gözleri yaşlı, başını eğdi: “Komutanım, çaremiz yok. Emri yerine getirmek zorundayız.” Subay, soğuk toprağa diz çöküp dua etmeye başladı. Bir komutan için en zor şey askerlerini kaybetmekti; ama onları böyle çaresizce ölüme göndermek, bu bir savaş değildi. Bu, kaderin acımasız bir cilvesiydi.

O gece birbiri ardına sessizliğe gömülen neferler, vatan toprağına karışmaya başlamıştı. Ellerindeki silahlar, diz boyu karın içinde kayboluyor; gözlerindeki parıltı sönüyordu. Sarıkamış harekâtı, binlerce genç canın, bir milletin karanlık bir sabahına dönüştü.

Aylar sonra, karlar eridiğinde Sarıkamış’ın tepeleri, vatan için toprağa düşen gençlerin cansız bedenleriyle doldu. Oğlunun yolunu bekleyen analar, mektuplarına cevap alamadı. Genç nişanlılar, sevgililerinden haber bekledi ama hiçbiri dönmedi. Bir millet, hüzünlü bir ağıtla sessizliğe gömüldü.

Tarihin sayfalarında Sarıkamış bir felaket olarak yer alacaktı. Ancak o gün orada donarak şehit olanların hikâyesi, sadece bir felaketten fazlasını anlatıyordu. Onlar, bu vatanın toprağına karışan, rüzgârıyla konuşan ve yıldızlarıyla parlayan birer sessiz ağıttılar. Ve her kar tanesi düştüğünde, onların o günkü nefesini taşır gibi görünürdü.

Sarıkamış, bir ulusun hafızasında hiç kapanmayacak bir yara, hiç dinmeyecek bir çığlık olarak kalacaktı.