Geçmişi Gururla Hatırlamak, Geleceğe Huzurla Bakmak
1960’ların sonları ve 1970’ler... Türkiye, sancılı bir değişim sürecinden geçiyordu. Sokaklar kalabalıktı ama huzursuz; umut büyüktü ama kırılgandı. O yıllarda üniversite sıralarını dolduran biz gençler, yalnızca birer öğrenci değil, aynı zamanda inandığımız ideallerin taşıyıcısı, değişimin öznesiydik.

Kimi zaman okul amfilerinde sabahlara kadar süren tartışmaların içinde, kimi zaman meydanlarda yükselen sloganların ortasında bulduk kendimizi. Kalbimizde memleket sevgisi, zihnimizde büyük sorularla yürüdük o yılları. Gençliğimiz, bir yandan bilimin ve düşüncenin peşinden koşarken, diğer yandan toplumun adalet özlemiyle yoğruluyordu.

Ama şimdi, yetmişli yaşlarımızda geriye dönüp baktığımızda, içimizde bir ses sormadan duramıyor:

Gerçekten yaşayabildik mi o yılları? Mesela İstanbul Üniversitelerine giden gençler!

O kurşun gibi ağır, griye çalan puslu İstanbul sabahlarında...

Ders notlarının, afişlerin ve bildirilerin arasında sıkışmış gençliğimizin tadını çıkarabildik mi?

Beş yıl süren üniversite hayatımız boyunca, Boğaz’ın kıyısında, martı sesleri eşliğinde iç huzuruyla yenmiş bir akşam yemeği anısı var mı belleğimizde?

Kaçımız, sadece genç olduğumuzu hissederek, bir cumartesi günü sevdiğimizle bir kulübe/diskoteğe gidip dans edebildik?

Kaçımız sinema kuyruklarında heyecanla kız arkadaşımız ile bekleyip, sonrasında sokakta el ele yürüyebildi?

Bizden önceki kuşaklar gibi doyasıya gülebildik mi?

Yoksa her kahkahanın ardından bir suçluluk duygusu, bir “acaba şimdi ne olacak” endişesi mi çöktü içimize?

İdeallerimiz ağırdı çünkü. Taşıdığımız inançlar güçlüydü. Ama zaman zaman bu inançların gölgesinde, yaşamayı unuttuk belki de.

Kahvelerde tartıştık, ölümü, tutuklanmayı göze alıp gece yarıları duvarlara afiş astık, günün ilk ışıklarıyla bildiriler dağıttık. Ve çoğu zaman hayatın o sıradan, ama çok kıymetli anlarını erteledik.

Bir konseri kaçırdık, bir aşkı yarım bıraktık, bir şiiri içimize gömdük...

Çünkü o dönem, gençliğe neşe değil, görev yüklendi.

Bir yanda umut vardı ama diğer yanda gözaltılar, kovuşturmalar, baskılar...

Bazen bir şarkının yarısında sustuk; çünkü sokaktan silah sesi gelmişti.

Oysa gençliğin en doğal hakkı, umursızca yaşamak, anın içinde kaybolmak değilmidir?

Ama biz o anlarda bile geleceği omuzlarımızda taşıdık.

Bu yüzden şimdi, yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda;

hem gururla hem buruklukla soruyoruz kendimize:

Biz, gençliğimizi yaşadık mı?

Yoksa sadece taşıdık mı?

Gençliğimizin o alevli yıllarında, hayatı doyasıya yaşamakla, dünyayı değiştirme tutkusunu taşımak arasında gidip geldik. Belki çok şey öğrendik, ama çok şeyi de erteledik. Şimdi geçmişle bugün arasında bir denge kurmaya çalışırken, içimizde hem bir gurur hem de bir burukluk taşıyoruz.

Evet, ideallerimizle yola çıktık. Yeri geldi karalandık, yeri geldi dışlandık ama bir adım geri atmadık. Çünkü biz değişimin, adaletin, eşitliğin sırça köşklerde değil, sokakta, üniversite sıralarında, işçinin, öğrencinin ve yoksulun gözünde aranması gerektiğine inanıyorduk.

Ancak zaman ilerledi. Yıllar geçti. Mücadeleler sürerken hayat da bizden payını aldı. Kimi yoldaşlarımızı kaybettik, kimi uzaklaştı, kimi sessizleşti. Kimi ise yorgun düştü ama pes etmedi—hala doğru bildiği yerde ayakta durmaya çalıştı. Ve şimdi, biz o yılların gençleri, 70’li yaşlarımızdayız. Artık bedenimiz değil belki ama vicdanımız ve hafızamız hâlâ dimdik ayakta.

Bu noktada dürüstçe sormamız gerekiyor:

Ne başardık?

Ne başaramadık?

Geride ne bıraktık, bugüne ne taşıyabildik?

Dün karşımızda olanlar bugün hâlâ aynı mı? Yoksa sadece biçim mi değiştirdiler? Belki de en önemlisi: bugünün gençleri bizim gibi hissediyor mu, bizim gibi hayal kurabiliyor mu?

Belki artık yeni mücadele biçimleriyle tanışma zamanıdır. Bugünün kavgası, sadece meydanlarda değil; ekranlarda, dijital mecralarda, zihinlerde veriliyor. Direniş artık duvarlara yazı, afişle değil belki, ama bilinçle, bilgiyle, kalemle veriliyor.

Peki biz, yaşadığımız onca şeyden sonra bu yeni düzene sadece seyirci mi kalacağız?

Yoksa geçmişin deneyimiyle bugünün araçlarını birleştirerek başka bir katkı mı sunacağız?

Belki artık bağırmaktan çok, dinlemenin, anlatmanın, uzlaşmanın gücünü kullanarak bir şeyler yapma zamanı. Gençliğimizdeki haklı öfkeyi, şimdi yaşlılığımızdaki olgun bilinçle tamamlayarak…

Çünkü gerçek mücadele, sadece gençken değil; yaş alırken de inandığın şeylere sadık kalabilmektir.

Ve belki de bugün asıl görevimiz, gençlere o ideallerin geçmişini doğru anlatmak; mücadele ettiğimizin sadece sistem olmadığını, aynı zamanda yılgınlık, umutsuzluk, umursamazlık ve sessizlik olduğunu hatırlatmaktır.

Mücadeleden vazgeçmek elbette söz konusu değil. Hayatımız boyunca inandığımız değerlerden bugün dönmek, yılların emeğini ve birikimini hiçe saymak olur. Ancak yaş aldıkça fark ediyoruz ki, mücadelenin sadece meydanlarda, kürsülerde, bildirilerde değil, bazen en sessiz anlarda, en sade eylemlerde de sürdürülebileceğini keşfetmek gerekiyor.

Hayatımızın bu döneminde huzur, denge ve içsel dinginlik yaşam kalitemizin en kıymetli parçaları haline geliyor. Artık sadece daha çok değil, daha nitelikli yaşamak istiyoruz. Kendimizi tüketerek değil, besleyerek... Koşturarak değil, fark ederek… Ve en önemlisi, yalnızca dışarıdaki dünyayı değil, iç dünyamızı da iyileştirerek.

Bu noktada, bize hem bireysel tatmin hem de zihinsel dinginlik sunabilecek uğraşlar var.

Kimi zaman bir tuvalin başına geçip renklerle içimizdekini dökmek…

Kimi zaman bir koro grubuna katılıp sesimizi başka seslerle birleştirmek…

Bir enstrüman öğrenip yıllar sonra ilk defa “acemi” olmanın tadını çıkarmak…

Veya uzun süredir ertelediğimiz yazma hayalimizi hayata geçirip anılarımızı, şiirlerimizi, düşüncelerimizi kâğıda dökmek, hatta ve hatta kendi hayat hikâyemizi kitaplaştırmak…

Tüm bunlar artık sadece birer hobi değil; bir yaşam biçimi, bir yeniden doğuş şeklidir. Tıpkı toprağa ellerinizi sokup bir fide yetiştirmek gibi; ya da sabah uyandığınızda sizi bekleyen bir kedinin mırlaması, bir kuşun ötüşü gibi. Benim de hayatımda deneyimlediğim gibi evcil bir dost edinmek; bir köpeğin sadakati, bir kedinin huzuru, bir kuşun cıvıltısı gününüzü anlamlı kılabilir.

Ama asıl güzellik şu:

Mücadele hâlâ devam edebilir. Sadece biçim değiştirmiştir. Artık gençlerle, çocuklarımız, torunlarımız ile bir masada oturup, yaşadıklarımızı paylaşarak, onların sorularına sabırla cevap vererek; yol göstermeden önce onların yürüyüşünü anlamaya çalışarak…

İdeallerimizi anlatmak, geçmişin ağır ama onurlu yükünü onların umut dolu adımlarına aktarmak, belki de bugün en anlamlı eylemimiz olabilir.

Kimi zaman bir gençle sadece bir bardak çay içip onun hayallerini dinlemek bile, yıllar önce verdiğimiz mücadelenin bugünkü şekli olabilir.

Çünkü artık biliyoruz:

Değişim sadece dışarıda değil, içeride başlar.

Ve barış, önce kendi kalbinde kurulur.

Bu yüzden vazgeçmiyoruz; sadece yöntem değiştiriyoruz.

Ve belki de ilk kez bu yaşımızda, hayatı hem içeriden hem dışarıdan bu kadar net görebiliyoruz.

Hayat bize zamanla öğretiyor ki, sahip olduğumuz en kıymetli değer aslında sağlığımız.

Gençken bedenimiz bize sınırsızmış gibi gelir. Uykusuz kalabilir, günlerce koşturabilir, sokaklarda sabahlara kadar tartışabiliriz. Ama yıllar geçtikçe anlıyoruz ki, bedenin yorgunluğu ruha da yansır. Ve bu noktada, mücadeleye devam edebilmenin birincil şartı hem fiziksel hem ruhsal sağlığımıza özen göstermektir.

Zihin işlek kalmalı.

Beden hareket etmeli.

Ruh, huzuru kaybetmemeli.

Bu üç denge içinde yaşanmadıkça, birikimlerimiz ne kadar anlamlı olursa olsun, içsel ağırlıklara dönüşebilir. Bu nedenle artık mücadeleyi yalnızca dışarıya değil, içeriye de yöneltmek zorundayız.

Yoga, meditasyon, sabah yürüyüşleri ya da nefes egzersizleri artık sadece sağlık tavsiyesi değil; bir yaşam biçimi. Çünkü bedenimizin ihtiyacı olan şey sadece ilaç değil; dinginlik, ritim ve öz şefkat. Zihnimizin ihtiyacı ise sadece bilgi değil; durmak, yavaşlamak, kendi sesini duyabilmek...

Yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda, ideallerimize sadık kalmış olmanın verdiği iç huzur bizi mutlu etmeli. Ama bu birikimin omuzumuzda bir yük gibi değil, içimizde bir ışık gibi yanmasını sağlamalıyız. Kendimizi yıpratarak değil, yeniden inşa ederek devam etmeliyiz bu yola.

Çünkü artık biliyoruz:

Mücadele etmek sadece hak aramak değil; aynı zamanda kendini, sevdiklerini ve iç huzurunu koruyarak yaşayabilmektir.

O gençlik yıllarının taşıdığı saf enerji, bugün bilgiyle, deneyimle ve olgunlukla birleştiğinde çok daha anlamlı bir katkı sunabilir bu hayata.

Bazen bir cümleyle, bazen bir tebessümle, bazen sadece varlığımızla…

Artık gençliğin heyecanını, yaş almışlığın huzuruyla dengelemenin zamanıdır.

Bu denge, bize hem toplumun hâlâ ihtiyaç duyduğu sesi,

hem de kendi içimizde yıllar sonra hak ettiğimiz huzuru sunacaktır.

Saygı ve sevgilerim ile …

Emin Erman, May 24, 2025.