Bu hikâyemi, hayatları boyunca evcil ya da yabani hiçbir hayvana zarar vermeyen, onları sahiplenmeden de sevebilen, karnını doyurup bir gölge sunabilen, acıtmayan elleriyle cana can katan, sessiz varlıkların da bir yaşam hakkı, bir hürriyeti olduğunu bilen, onların gözlerinde sadece korku değil, güven de görmeyi seçen ve bu dünyada sadece insan değil, her canlının saygıyı hak ettiğine inanan yüce gönüllü insanlara ithaf ediyorum.
“Avcı olarak çıktım yola… İnsan olarak döndüm.” 1950 yılının aralık ayı, Artvin’in yüksek dağ köylerinden Arpalı’ya soğuklar ağır ağır çökerken, kar henüz yere inmemişti ama hava, yaklaşan kışın nefesini taşıyordu. Gri gökyüzü, çıt çıkmayan sokaklar, kapı önlerinde yanan birkaç kuru odun… Her şey sessizdi. Mehmet o sabah, her yıl olduğu gibi, kışa hazırlık için Kaçkar’ın doruklarına doğru yola çıkacaktı. Bu yolculuk sadece bir av değildi; ailesi için umut, yiyecek ve gelenekti. Geyik etini getirmek, onların kış boyunca yapacakları yemeklere lezzet katmasını sağlardı.
Eşi Gülüzar, sobanın başında, üç yaşındaki kızları Buse'nin mamasını hazırlıyordu. Mehmet çantasını sırtladı, tüfeğini aldı. Kapıya yönelmeden önce kızını kucağına aldı, küçük alnına bir öpücük kondurdu. Gülüzar’a döndü: “Gürcü Tepesi’ne gideceğim. Hava açık görünüyor ama olur da sabaha kadar dönmezsem, jandarmaya haber ver. Ne olur ne olmaz...”
Gülüzar başını salladı ama gözleri endişeyle doluydu. Mehmet gülümsedi. “Gece yarısına kadar dönerim,” dedi. Kapının önünde bekleyen sadık köpeği Uçkur, yerinde duramıyordu. Mehmet ıslık çaldı ve birlikte yola koyuldular. Arkalarında küçük bir el, camın ardından titreyerek sallandı. Mehmet, sabahın serinliğini soluyarak, köyden uzaklaştıkça arkasında bıraktığı hayatı düşünmeden edemiyordu.
Adımlarını sessizce atan dostu Uçkur, her zamanki gibi birkaç metre önünde yürüyor, bazen dönüp sahibine bakıyordu. Hava durgundu, gökyüzü gri bir yorgan gibi yayılmıştı üstlerine. Kaçkar Dağları’nın eteklerine doğru ilerledikçe, taş yollar yerini nemli toprağa, toprak da yavaş yavaş ince karla örtülmüş patikalara bırakıyordu. Ormanın içinden geçerken, çam ağaçlarının iğne yaprakları arasına sıkışan soğuk sis, nefeslerini görünür kılıyordu.
Mehmet’in yürüyüşü sakindi ama zihni tetikteydi; dağ her zaman sürprizlerle doluydu. Birkaç saatlik yürüyüşün ardından ilk geyik izlerini gördü. Taze ve derindi. Büyük bir hayvandı bu. Mehmet eğildi, izleri inceledi.
Bu izi takip ederse akşama kadar yakalayabilirdi. Fakat gökyüzü sözünü tutmadı. Önce hafif bir kar başladı. Mehmet, “hayırdır,” diye mırıldandı ama yürümeye devam etti. Kar giderek hızlandı. Rüzgâr ağaçların arasında ıslık çalıyor, tipi gözlerini kamaştırıyordu. Yine de pes edip dönmedi. O izler, onu adeta çağırıyordu.
Geyik, dağın tepesine çam ağaçlarının derinliklerine doğru ilerliyordu. Belki de bu av, sıradan bir av olmayacaktı. Geyik izlerini takip etmek önce heyecan, sonra bir iç sesin yönlendirdiği bir yolculuğa dönüştü. Mehmet, her adımda biraz daha yalnız, biraz daha sessizleşti.
Rüzgâr zamanla uğuldamaya başladı. Dağ nefes alıyordu adeta; melodili, derin ve sert. Kar, önce utangaç bir misafir gibi hafifçe düşüyordu. Ama çok geçmeden gökyüzü karar verdi: Bu dağdan kimse kolay dönemeyecekti. Lapa lapa yağan kar, her şeyi beyaza gömerken, orman adeta sesini yitirdi. Ağaçlar, gövdelerinde biriken yükle eğilmişti.
Mehmet, gözlerini kısarak yürüyordu. Geyik izlerini artık daha zordu seçmek; taze yağan kar ve rüzgâr onları örtüyordu. Ama hâlâ belli belirsiz ilerleyen ayak izlerini görebiliyordu. Bu aralarındaki mesafenin kısa olduğunun belirtisi idi. O an geyiği tekrar gördü. Göz göze geldiler. Hayvan olduğu yerde durmuş, hiç kıpırdamadan Mehmet'e bakıyordu. Karla kaplı çatallı boynuzları, ağır ağır hareket eden gövdesiyle dağla bir olmuş gibiydi.
Mehmet tüfeğine davrandı ama bir şey oldu. Geyik, nişan alınca yavaşça arkasını döndü ve uzaklaştı. Ne korku ne telaş vardı. Sadece sakin bir bilinç. Mehmet irkildi. İçine bir ürperti doldu. Bu hayvan... başka bir şeydi. Fırtına tüm gücüyle bastırmıştı artık. Mehmet yürümekte zorlanıyordu. Gökyüzü beyaz, zemin beyaz, etraf sessizlikle boğulmuştu. Rüzgârın uğultusunu bile duyamaz olmuştu bir ara. Uçkur? Etrafına baktı. Köpeği görünmüyordu. Seslendi, ıslık çaldı, ama yanıt alamadı. “Geri mi döndün oğlum?” diye mırıldandı. İçinde bir sızı oldu. Ama durmadı. Geri dönse bile yolu artık tanıyamayacak kadar karla kaplıydı.
Zaman geçti. Ayakları ağırlaştı. Ellerini cebine soktu ama artık parmaklarını hissetmiyordu. Geyik izlerini bir kez daha gördü—bu kez daha netti. Demekki çok yakında idi. Onları takip ederek Gürcü Tepesi’ne yaklaştı. Uçurumun kenarındaki çıkıntıdan geyiği tekrar gördü. Ve orada, son kez...
Tüfeğini kaldırdı. Tetiğe bastığı an doğa onu cezalandırdı. Silah sesi dağda yankılanırken kar tabakası Mehmet’in altından çöktü. Geyik bir gölge gibi kayboldu, ama Mehmet’in ayaklarının altı boşaldı. Çığ koptu. Karla birlikte yuvarlandı. Taşlara çarptı, sırtındaki çanta kopup savruldu. Bir kayanın dibinde durduğunda, ayak bileğinde dayanılmaz bir acı vardı. Kırılmıştı.
Başını yana çevirdi. Kar, göz kapaklarının kenarına kadar dolmuştu. Nefesi buharlaşıyordu. Fırtına dinmemişti. Oracıkta kaldı. Tek başına. Ne yardım gelecekti ne de yolu görecek bir işaret vardı artık. Saatler geçti. Mehmet başta sayıklamaya başladı. Dudakları morarmıştı, titremesi azalmıştı—bu iyiye değil, kötüye işaretti. Soğuk artık içini değil, ruhunu kemiriyordu.
Düdüğünü bir kez daha üflemeye çalıştı ama dudakları artık üfüremiyordu. Üfürdüğünü duşundu, belki Uçkur hâlâ oralardadır… ama cevap yine yoktu. “Burada öleceğim,” dedi içinden. “Kızımı, Buse’mi, bir daha göremeyeceğim.”
Gözleri doldu ama gözyaşı buz olup dondu. Son bir gayretle uyumamaya çalıştı. Ama doğa, insan iradesine ağır geliyordu. Gözleri ağırlaştı. Nefesi yavaşladı. Sonra \... Aniden karanlıkta bir çift parlak göz belirdi. Gözler yaklaştı. Mehmet, hayal mi gerçek mi ayırt edemedi. Sıcak bir kürk, soğuk tenine dokundu. Bir gövde, onun yanına kıvrıldı. Geyikti bu. Avlamaya çalıştığı, dağın yüce hayvanı. Yavaşça yanına uzandı, sessizce başını Mehmet’in göğsüne koydu. Mehmet artık direnmiyordu. Gözlerini kapadı.
Sabah güneş doğduğunda, fırtına durmuştu. Mehmet gözlerini araladı. Nefes alıyordu. Üzerinde geyik yoktu. Ama sıcaklık… hâlâ bedenindeydi.
Uzaklardan bir ses geldi. “Mehmeeet!” Yardım ekibi yaklaşmıştı! Mehmet düdüğünü son kez çaldı. Az sonra ekip ona ulaştı. Sedye hazırlandı, Mehmet battaniyelere sarıldı. Biri sordu: — Bu halde nasıl hayatta kaldın?
Mehmet gözlerini kısarak arkasındaki tepenin doruğuna baktı. Geyik, onun hayatta kalma mucizesi orada onu hala takip ediyordu, sağ salim kurtarıldığına şahit olmak istiyordu: orada, ağaçların arasında, dimdik, asil, sakin ve tebessümlü gözler ile.
Mehmet Elini kaldırdı, saygı ve sevgi ile sessizce “sağ ol arkadaşım beni Buse’me bağışlayıp azat ettiğin için” ...
“Anlatacağım,” dedi Mehmet, “ama inanmayacaksınız. Çünkü bu sadece bir kurtuluş değil… bir bağışlanmaydı.” Ve devam etti “dün gece öğrendim ki; bazen insanı hayatta tutan şey, doğaya karşı değil, onunla nefes alabilmesidir.”
Mehmet köye döndüğünde bir daha hiçbir zaman tüfeğine elini sürmedi. Ertesi gün, tüfeğini yaktı. Ateşin çıtırtısı, bir geçmişi sonlandırdı. O günden sonra Mehmet, dağlara sadece yürümek için çıktı. Bu yürüyüşlerde o meşum geyiği görmüyordu ama o meşum geyiğin onu görüp kokladığını biliyordu. Geyikler artık onun için av değil, hatıraydı, mucizeydi. Mehmet vurmak için çıktığı dağdan, affedilerek dönmüştü. Asıl mucize buydu. Ve her kış, kar başladığında, Kaçkar Dağları’na bakarak usulca mırıldanırdı: “Beni yaşatan, hedef aldığım can değil; o canın bana hayat vermesiydi.”
Emin Erman, Mayıs 7, 2025.
Diğer Yazıları