Hayriye Özyurt Hanım Diyarbakır Doğumlu olup 1930 Sivas Kız Öğretmen Okulu Mezunu idi. Cumhuriyet Dönemi'nin sayılı kadın öğretmenlerinden biriydi ve öğretmenliğe kendini yürekten adamıştı. İlk görev yeri Bafra idi ve genç yaşında Gazipaşa mahallesinde ikamet eden futbolcu (kaleci) Halit Özyurt ile evlenmişti. Bu evlilikten bir oğulları oldu ve adını İlknur koydular.
Hayriye Hanım’ın bacaklarından biri diğerinden kısa olduğu için yürürken aksardı. Topal yürüyüşü, onun yıllar boyu taşıdığı ama hiçbir zaman yenik düşmediği bir yük olmuştu. Kasabalılar arasında "Topal Hayriye" olarak bilinirdi. Öğretmen ve anne olarak yetenekleriyle karşılaştırıldığında önemsiz olan bu fiziksel fark, Bafra'nın muhafazakâr toplumunda bazen fısıltıların ve yan bakışların konusu olmasına neden oluyor da değildi! Bu zorluklara rağmen Hayriye Öğretmen öğrencilerine sarsılmaz bir özenle odaklanarak sessiz bir onurla kendini taşıdı.
İlknur, 1943 yılında Bafra'nın mübadil yurttaşların yaşadığı Gazipaşa mahallesinde doğdu. Annesi Hayriye (Özyurt) Hanım, bu mahallenin Kızılırmak İlkokulu’nun sevilen ve sayılan bir öğretmeni idi. İleriki yıllarda Izmitspor’la futbol oynayacağım diyerek kocası Halit Özyurt Bafra’yı aniden terk etti ve Hayriye Hanım’da akabinde kocasından boşandı ve hayatını oğluna ve öğrencilerine adadı. Hayriye Hanım, oğlunu tüm kalbiyle sever, onun her türlü zorluğunda yanında olurdu. Ancak İlknur, toplumun dar kalıplarına sığamayacak kadar farklı biriydi.
1957 yılında ilkokula başladığımda bende onun öğrencilerinden biriydim, birinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar Hayriye Hanım benim sınıf hocamdı. Öğretme konusundaki sabrı ve tutkusu bende silinmez bir iz bıraktı, ancak diğer derin bir iz bırakan ise oğlu İlknur'du. Benim ilkokula başladığım yıllarda İlknur ortaokuldaydı, müzik yeteneği olan tombulca olmasına rağmen güzel tane tane nazik sesle konuşan bir abimizdi.
Bazen, annesinin izniyle, bize müzik dersleri vermek için sınıfımıza gelirdi. O anlara nadir bir neşe getirirdi, yıpranmış bir mandolinden basit melodiler çalar ve bizi neşeli şarkılara yönlendirirdi. Varlığı, temiz bir hava gibiydi, rutin hayatlarımızdaki olağanüstü bir şeyin geçici bir bakışıydı. Hatırladığım şarkılar arasında “Ali Baba’nın bir Çiftliği var, Ak Bıçak Kara bıçak Babam Dükkân Açacak Evlenmeyin Bekarlar Naylon Kızlar çıkacak, etc.
Ancak İlknur'un hayatı sıradan olmaktan çok uzaktı. Bafra'nın muhafazakâr toplumunda, farklı olmak kolay kolay affedilemezdi ve İlknur'un farklılıkları etrafındakilerin gözünde parlıyordu. İlknur eşcinseldi. Bunu asla açıkça konuşmasa da -böyle bir zamanda ve yerde kim konuşabilirdi ki? - etrafında söylenmemiş bir sır gibi asılı duran bir gerçekti. Birçokları için, nazik konuşma ve tavırları ve sanatsal ve müziksel eğilimleri onu öteki olarak etiketlemek için yeterliydi.
Eşcinsellik, o yıllarda sadece Bafra’da değil tüm Türkiye’de bir hastalık ya da ahlaki bir eksiklik olarak görülüyordu. İlknur’un kimliği, toplumun dar görüşlülüğünün en ağır yüküyle sınandı. Ancak o, hiçbir zaman bu ağırlığa yenik düşmedi. Beni olduğum gibi yüce tanrının yarattığı gibi kabul edin diye nazikçe yanıtlardı kör bakışları. Ne zaman bir şaka ya da aşağılayıcı bir söz işitse, yüzüne bir gülümseme takar ve içindeki müzikle kendini teselli ederdi. Ama bu sessizlik, derinlerde ona acı veren bir yara açıyordu.
O yıllarda, eşcinselliğin bir seçim değil doğal, doğuştan gelen, tanrının bir vergisi, bir verim olduğunun hemen hemen kimse tarafından kabulü yok idi. Uyumluluğun hayatta kalmak olduğu bir mahalle ve kasabada, İlknur'un varlığı sessiz bir meydan okuma eylemi haline geldi. Ortaokuldan sonra, İlknur'un hayatı aşağı doğru bir dönüş yaptı. Bafra’da o tarihlerde lise yok idi. Çoğu sınıf arkadaşları başka illerde liseye devam ederken veya meslek öğrenirken, İlknur eğitimine devam edemedi.
Başkaları için kolayca açılan fırsat kapıları onun için kapalı kaldı. Bazıları, başarılı iş adamları veya toplumun temel direkleri olan çocukluk arkadaşları bile ona sırtlarını döndüler. Belkide oğlunun ötekiliğini effort edemeyen ve Bafra’yı terk ederek İzmit’te yaşayan ve tekrar evlenen hali vakti yerinde olan babası bile ona sırtını döndü. Belki de toplumsal beklentilerin katı kalıbına uymayan biriyle ilişki kurmaktan korkuyorlardı. Sebep ne olursa olsun, İlknur kendini yalnız buldu ve destek için yalnızca annesine güvendi.
Hayriye Hanım, dayanıklı olmasına rağmen, İlknur'u tek başına büyütmenin ağır yükünü taşıdı. Mütevazı öğretmen maaşı, basit hayatlarını sürdürmeleri için yeterliydi, ancak vefat ettiğinde İlknur'un dünyası yıkıldı. Hayriye Hanım’ın ölümü, İlknur için dönüm noktası oldu. Annesi, hayatı boyunca onun en büyük destekçisi olmuştu. Ancak vefatıyla İlknur kendini tamamen yalnız buldu. O dönemki yasalar, annesinin emekli maaşını ona bırakmadı. İlknur tamamen yalnız kaldı, geliri yoktu ve başvurabileceği kimsesi yoktu.
Bafra kasabası şimdi ona karşı komplo kuruyor gibiydi. Bafra’da yeni doğan çocuklara dahi bu kadar güzel bir isim olan İlknur adı verilmedi. İş aradı ama kimse onu işe almadı. Birçoğu, sınıf arkadaşları, içlerinde eczacılar, avukatlar, doktorlar hatta milletvekili arkadaşları, annesini ve onu çocukluğundan beri tanıyan işverenler onu geri çevirmek için bahaneler buldular. Belki de akranlarının yargılamasından veya kendi yerleşik önyargılarından korkuyorlardı. Sebep ne olursa olsun, İlknur işsiz kaldı, onu terk eden bir kasabanın sokaklarında dolaşan bir hayalet haline geldi.
Yıllar geçtikçe İlknur'un durumu daha da kötüleşti. İstikrarlı bir evi veya geliri olmadan bir yerden diğerine sürüklendi, Bafra Samsun arası, iyilik kırıntılarıyla ve geçici hayırseverlik hareketleriyle hayatta kaldı. İlknur artık evsizdi. Geceleri soğuk betonların üzerinde, kimsenin fark etmediği bir gölge gibi yaşıyordu. Dondurucu kış gecelerinde, bulabildiği her köşeye sığınırdı. Park banklarında uyur, soğuktan titrerken gökyüzüne bakar ve annesinin sesini duymaya çalışırdı. Ama gökyüzü de sessizdi; İlknur’un yalnızlığı kadar derin ve karanlıktı.
Ancak iyilik değişkendir ve Bafra'nın sert kışlarında genellikle kıttı. En soğuk gecelerde, parasının Samsun’a gitmeye bile yetmediği zamanlarda, İlknur, bulabildiği her yerde barınak aradı; bir park bankı, bir otobüs durağı veya trajik bir şekilde sona ereceği gibi, tamamlanmamış bir bina. Acı bir kış akşamı, kar yağışıyla beraber soğuk kasabayı esir aldı İlknur gidecek hiçbir yeri olmadığını fark etti. Bitmemiş bir binanın iskeletine sığındı, lakin binanın beton duvarları buzlu havadan çok az rahatlama sağlıyordu. Binanın penceresi, kapısı ve çatısı yoktu. Ama bir sığınaktı ve bu yeterliydi- ya da en azından o öyle umuyordu. İnce paltosu ve yıpranmış ayakkabıları onu dondurucu rüzgârdan koruyamıyordu. Gökyüzüne baktı, ama yıldızlar bile ona sırtını dönmüştü. Hayatı boyunca susturulmuş, dışlanmış ve yalnız bırakılmıştı. O gece İlknur’un bedenini soğuk aldı, ama ruhu çok daha önce üşümüştü.
Akşamın dayanılabilecek soğuk ile ılık arası karışık havası gece yarısından sonra rüzgârla beraber dondurucu soğuğa dönüşmüştü, o karanlık odada uykuya daldı ama bir daha uyanmadı. Vücudunun ısısı önemli ölçüde düşmüş hipotermi gelişmişti o zayıf vücudunda.
Sabah olduğunda, inşaata gelen işçiler İlknur’un cansız bedenini buldu. Haberi alan kasaba, derin bir sessizliğe ve düşünme anına gömüldü. O sabah kahvehaneler konuşmaktan uzak, utancın sessizliğiyle doldu. Pişmanlık ve suçluluk fısıltıları toplulukta yankılandı ama çok geç kalmışlardı. İnsanlar, İlknur’un trajik sonunu konuşurken, kendi vicdanlarına bir ayna tutulmuş gibi hissetti. Ama bu geç kalmış bir pişmanlıktı; İlknur, onun bir parçası olduğu halde hiçbir zaman kabul edilmediği bir dünyadan ayrılmıştı. Bir zamanlar sınıflara müzik ve neşe getiren İlknur, onu koruması gereken insanlar tarafından terk edilmiş bir şekilde tek başına ölmüştü. Belkide ölüm onun tek kurtuluş ümidi idi! Ölümü seçmesi unutulmuşluğun, terk edilmişliğin, ötekileştirilmişliğin sessiz bir çığlığı idi.
“Utanma Utandıkça Rahat Yaşayamazsın” demiş Neyzen Tevfik, acaba kimler utanç duygusu ile yaşayacaklar diye sordular baz Bafra’lılar?
İlknur’un hikâyesi, küçük bir kasabanın büyük bir utancıdır. Onun hayatı, kendini var edemeyen bir melodinin sessizliği gibi son buldu. Ama bu sessizlik, toplumun ön yargılarına bir çığlık olmalıydı. İlknur’un yalnızlığı ve sonu, sadece onun değil, onu koruyamayan bir topluluğun suçuydu.
İlknur'un hikayesi, basit bir trajediden ibaret değildir, onun hikayesi, önyargının bedeli ve kayıtsızlığın sessiz zulmünün ürkütücü bir hatırlatıcısıdır. Evet o, toplumun önyargılarının ve duyarsızlığının bir kurbanıydı. O, onu kabul etmeyi reddeden bir dünyada hayatın gerçeğini, doğallığını vede tanrının vergisini kabul ederek yaşayan bir insandı. Lakin toplumsal yargının ağırlığı altında ezilmiş bir ruhtu. Sonuç olarak İlknur'un hayatı, gerçekleşmemiş potansiyellerin bir senfonisiydi ve ölümü, onu hatırlayanların kalbinde yer eden yalnız bir notaydı.
Bu hikâye, kabul etmenin ve sevginin gücüne dair bir ders, ötekileştirmenin ise insanlık adına en büyük kayıp olduğunu anlatan bir ağıttır. İlknur’un yaşamı, unutulmaması gereken bir notadır. Onu duymazdan gelenler için ise sessiz bir utanç olarak kalacaktır.
Son söz: Önyargılar, sadece yargılananı değil, yargılayanı da yok eder.