İnanç nedir, toplumda yeri neresidir, kim, neye, neden, ne kadar, nasıl inanmalıdır?
“İnanç” deyince birçoğunun zihninde hemen bir “dini inanç” canlanacaktır. Bu genel bir yanılgıdır. Dini inanç olabileceği gibi; dinsiz, batıl, mitolojik, ideolojik, felsefi, kişisel, mistik, spiritüel, kültürel, geleneksel, örfi bir inanç da olabilir. Bunun niteliği, çeşidi ve ne olduğunu, inançtan ne anladığınız ve neyi beklediğiniz şekillendirecektir.

Deneye, sorgulamaya, geliştirmeye, değiştirmeye, tartmaya, somutlaştırmaya ihtiyaç duymayan her tür dogmatik öğreti, bizi ister istemez bir inançla tanıştırır. İnanç ve kanaat özgürlüğünü kısmen böyle tanımlayabiliriz, bu kapsamda değerlendirebiliriz. Kanıtlanması zorunlu olmayan bir tür soyut önermedir inançlar. Yaşam tarzı değil, yaşamın bir kısmını kapsar ve anlam arayışına dahil olurlar.

Bireyin, özel yaşamında ve tercihlerinde, hür iradesiyle huzur, mutluluk ve soyut bir aidiyetle sığındığı manevi alandır orası. Başkasının müdahale ve baskısına açık değildir. Demokrasi, çoğulculuk ve hukukun temellerinden biri olan “Laiklik İlkesi” de bu amaca hizmet ediyorsa fonksiyoneldir. Fakat inanç öğretisi ve bağlıları da bu inancını diğer toplumsal alanların kriteri ve mimarı durumuna ve konumuna getirmemeleri gerekir. Hiçbir şeye inanmamak veya inancını açıklamamak da “Laiklik ilkesi” nin koruyucu gücü altındadır.

 

Şunu da ek olarak belirtmek gerekir ki; keyfilik ve kesin inançlılık, örgütlü bir cehalete dönüşürse, esneklik ve estetikten sürekli uzaklaşarak bağnazlığa doğru sürüklenebiliriz.

 

“Îman akıl kabına dolar” bir bilge sözüdür. Sosyal yaşamın direksiyonunda somut, mantıklı, akıllı bir iradenin olması gerektiğini aktarıyor ve hatırlatıyor bizlere. İnsanların akıl, zekâ ve vicdanlarının kalite ve kapasitesini geliştirmeden onları dindarlaştırmak ise; aptallaştırır, iradesizleştirir, tembel ve taklitçi yapar.

 

Fiziki bir zemine oturmadan, metafizik değerleri üretemeyiz. Onlara sığınıp bir yardım bekleyemeyiz. Mânâ olmadan, maneviyatın temellerini atamayız. İnanç deyince, yalnızca bizim inancımız var gibi davranmak, cevap yetiştirerek mantık hatasına düşüyoruz.

 

Kavramsal tanım ve önermelerden sonra; bireysel ve toplumsal kırılma/ayrışma noktalarımızı iyi tespit edip; çare ve çıkış yolları aramamız gerekmez mi? Tespitlere devam edelim:

 

-Uydurulmuş bir din ile uyutulmuş,

 

-Siyasetle avutulmuş,

 

-Maddiyatla kandırılmış,

 

-Gösterişle tatmin olmuş,

 

-Güç ile korkutulmuş,

 

-Yalanlarla devşirilmiş,

 

-Vaatlerle uyuşturulmuş,

 

-Zevk ile oyalanmış,

 

-Maddelerle umutlanmış,

 

-İllüzyonla ideolojilerin kölesi yapılmış,

 

-Hekim ile hastalanmış,

 

-Hüküm ile yaralanmış,

 

-Tercihiyle zehirlenmiş,

 

- Yasalarla bastırılmış,

 

-Yasaklarla kısıtlanmış,

 

-Emeğiyle ezilmiş,

 

-İnancıyla küçümsenmiş,

 

-Günahıyla susturulmuş,

 

-Hatasıyla manipüle edilmiş,

 

-Cehaletiyle sömürülmüş,

 

-Çaresizliğiyle yönlendirilmiş,

 

-Coğrafyasıyla aşağılanmış,

 

-Kimliğiyle yok sayılmış,

 

-İyi niyeti kullanılmış,

 

-Haksızlığa göz yumulmuş,

 

-Haykırışı engellenmiş,

 

-Savunması çarpıtılmış,

 

-Hayalleri yıkılmış,

 

-Dertleriyle bunalmış,

 

-Yaşamına küstürülmüş,

 

-Farklılığı hor görülmüş,

 

-Zarafeti incinmiş,

 

-Cesareti kullanılmış,

 

-Sadakati ihanete uğramış,

 

-Duyguları aldatılmış,

 

-Üretimi sömürülmüş

 

-Konuşmaktan yorulmuş,

-umutları tükenmiş;

 

 

 

bir gezegen yaşam ortamının, garip ve rotasız kalmış, zayıf canlılarıyız.

 

Bundan sonraki tesellimiz, beklentimiz, umudumuz, ölçümüz ve sığınağımız:

 

Bilim, mantık, etik, estetik, ahlâk, vicdan, akıl, adalet, meşruiyet, hakkaniyet ve insaniyetle  yoğrulmuş, doğal, katılımcı, dayanışmacı bir yaşam arayışı olmalıdır.

 

 

 

Herhangi bir inanç türü; niyet, plan, azim, kararlılık ve cesaretle somut bir eyleme, uygulamaya dönüşmeden hakkında adil ve mantıklı somut bir yargıda bulunmak imkansızdır. Yalnızca varsayıma dayalı tahmin, öngörü, gözlem ve bir sezi geliştirebiliriz.

 

Herhangi birinin doğruyu cesaretle söylemesi, mantıklı ve tutarlı konuşması; dürüst olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu sözünü konjonktürel ve siyaseten söyleyebilir. Geçerlilik tarihi ise menfaati bitene kadardır. Vicdan yoksa hepsi kördür, noksandır, kusurludur, aldatıcıdır, topaldır, göz boyamadır, illüzyondur.

Kırk yıl önce lise yıllarımızda, polis haftasında caddelere afiş asarlardı: “Herkesin vicdanı kendi polisidir. Polis vicdanı olmayanların karşısındadır.” Ne kadar tutarlı bir söz. Neden bunu şimdi asmıyorlar merak ettim doğrusu. Ahlakın da, dinin de, bilimin de temelinde; mantık süzgecinden geçirilmiş safi bir vicdan vardır. Immanuel Kant’ın : “Vicdan kaskatı olunca, dini neyin üzerine inşa edeceksiniz?” sözü de bu görüşümüzü kuvvetlendirmektedir.

 

Devletin dini olmaz, dinin de devleti olmaz ve olmamalıdır. Çünkü iman  ve inanç, soyut kavramlardır, kalp meselesidir. Devlet kurumsal/tüzel kişiliği, iman edemez. Hele adaletin dine ve saraya  ihtiyacı hiç yoktur. Adalet ve hukuk sistemi; din formu ve normuyla maddi gerçekliğe ulaşamaz. Fakat dini inançlar özü gereği; ahlak, adalet, dayanışma ve dürüstlüğe aykırı öğretiler sunamaz. Hukuk ve tüm idari bilimler; sürekli değişen ve gelişen yasalar, yöntemler, kurallar geliştirir. Bundan dolayıdır ki; yönetim ve yargılama mekanizmalarında, soyut ve değiştirilemeyen inanç değerleri aktif rol alamaz. İnanca dayalı yönetim ve hukuk sisteminin; tüm toplum aynı inanca sahip olsa bile sakıncalı yönleri vardır.

 

Din devleti ütopyası; dine, devlete ve bireye zarar verecek tehlikeler barındırmaktadır. İnançlar adına parti politikası yaparsanız; zaten etki ve görev alanı dar olan bir anlayışı daha da kısıtlamış ve istismara açık hale getirirsiniz.

 

Modern toplumlar doğal, biyolojik, sosyolojik ve tarihsel bir gerçeklik karşısında; bünyesinde çeşitlilik, çok seslilik ve renklilik barındırırlar. Gelenek, görenek, kültür, dil, din, coğrafik nitelikler ve bunun alt ve üst türevlerinden türetilmiş çok çeşitli aidiyetler bir araya gelerek devlet mekanizmasını birlikte işletmek zorundadırlar. Onun içindir ki, en ideal yönetim modeli; anayasal demokrasi, hukukun üstünlüğü ve bağlayıcılığı, laiklik, kuvvetler ayrılığı, hak eksenli ve sosyal adalet temelleri üzerinde kurulmuş bir cumhuriyettir.

 

Devletin temelini eğer; bu çeşitlilik içerisindeki bir  etnik kimliğe, dine, mezhebe, tarikata, ideolojiye, felsefi bir inanca göre şekillendirmeye kalkarsak, yalnızca o anlayışa mensup bireylerin devletine dönüşür. Diğerleri ise sığınmacı, üvey, kaçak, kiracı, düşman safına itilmiş olur. Oysaki, devlet aklı; birlikte yaşam modeli ve dayanışma ruhunu geliştirip yaşatmakla yükümlüdür.

 

İnanç, birey, toplum, düşünce, aidiyetler, devlet ve hukuk sistemi arasındaki ilişkileri ölçülü, kalıcı, denge-denetleme mekanizmasını de dikkate alarak, daha kalıcı ve kabul edilebilir düzeye çıkarmamız gerekiyor. Çoğunlukculuk esasına dayalı bir demokrasi anlayışı; gücü ele geçirenin her şeyi değiştirebileceği, yutacağı, kendine benzeteceği bir düzene evrilmeyi gerektirir. Ve her gelen siyasi idare aynı mantık ve beklentiyle hareket edeceğinden, birinin yaptığını, diğeri bozacaktır.

Öncelikle akıl, bilim, mantık, vicdan, ahlak, adalet ve metodolojiye uygun bir süreç iyileştirme seferberliği yaparak, bilinç devrimiyle ilk adımı atmalıyız. Bir açığı kapatıp, bir söküğü yamadığımızı zannederken, daha büyük felaketlere neden olduğumuzu bazen fark edemeyebiliriz. Bundan dolayıdır ki; ortak akıl geliştirip, bunu toplumsal devlet aklına dönüştürmek, en mantıklı tercih olacaktır.

 

Elma ile armutlar toplanmaz ama yan yana dizilebilir. Farklı inanç ve düşüncelere sahip insanlarla belki samimice kucaklaşmayabilirsiniz ama toplumsal fayda için dürüstçe yan yana gelebilmeliyiz. İnanç, düşünce ve tüm aidiyetlerimizi; konumlanması gereken sınıra çekebildiğimizde, bunu başarmak çok zor olmayacaktır. El sıkışmak için önce, sıkılmış yumrukların normal konuma dönmesi gerekiyor.

 

En akılcı devlet, yönetime en az ihtiyaç duyandır. En zengin devlet, en çok üretendir. En adil devlet; herkese hakkını, tam olarak, zamanında, tarafsızca verebilendir. En demokratik devlet; kendi koyduğu kuralları çiğnemeyen, kuvvetler ayrılığına sadık, hukukun üstünlüğüne inanmış, yurttaşlarının hukuk güvenliğinin garantörü olan devlettir. En sosyal devlet; istihdam, eğitim, sağlık, beslenme, barınma ve huzur hakkını yurttaşlarına şefkatle sunan devlettir. En güçlü devlet; içte ve dışta vatanın, milleti ve devletiyle bölünmez bütünlüğünü savunabilen devlettir. En ideal devlet; yurttaşlarını emperyalizme, kapitalizme, cehalete, baskı ve sömürüye kurban vermeyendir.

 

Nasıl bir toplum olmayı arzuluyorsanız; onun sorumlu bir parçası olarak defterinizi, kaleminizi, kitabınızı, ışığınızı, bilincinizi, tüm birikim ve donanımlarınızı ona göre kurun ve kurgulayınız.

 

Samsun, 20.11.2024

Ali Rıza MALKOÇ

arm.web.tr

 

 

 

Yayınlandığı siteler: arm.web.tr edebiyatevi.com edebiyatdefteri.com turkhukuksitesi.com